Blog Arşivleri

Define Adası Kitap Özeti– Robert Louis Stevenson

Robert Louis Stevenson yazdığı Define Adası kitap özeti.

Kitabın Adı:DEFİNE ADASI
Kitabın Yazarı: Robert Louis STEVENSON
Kitabın Yazılma Yılı:1881-82
Kitabın Yayınevi: Türkiye İş Bankası Yayınları
Kitabın Basım Yılı: 2008
Sayfa Sayısı:264
Kitabın ana fikri: Define Adası İskoçyalı yazar Robert Louis Stevenson’un yazdığı bir macera romanıdır. Ayrı bir kitap olarak 1883 senesinde çıkan bu yapıt, daha önce 1881-1882 yıllarında bir çocuk dergisinde diziler halinde yayınlanmıştır.

Tüm romanların belki de en çok işlenenidir. Tropikal adalar, x işaretli hazine haritaları ile tek gözü kör ve bantlı, bir eli kancalı, omuzunda papağanı ile belleğimizde canlandırdığımız korsan kavramları üzerinde Define Adasının büyük etkisi olmuştur.

Stevenson Define Adası’nı yazmaya başladığında 30 yaşındaydı, bu onun bir romancı olarak ilk başarısı olacaktı. İlk onbeş bölüm 1881′de İskoçya yaylalarında bulunan Braemar’da yazıldı.

 

Kitabın Ana Konusu: Define Adası İskoçyalı yazar Robert Louis Stevenson’un yazdığı bir macera romanıdır. Ayrı bir kitap olarak 1883 senesinde çıkan bu yapıt, daha önce 1881-1882 yıllarında bir çocuk dergisinde diziler halinde yayınlanmıştır.

Tüm romanların belki de en çok işlenenidir. Tropikal adalar, x işaretli hazine haritaları ile tek gözü kör ve bantlı, bir eli kancalı, omuzunda papağanı ile belleğimizde canlandırdığımız korsan kavramları üzerinde Define Adasının büyük etkisi olmuştur.

Stevenson Define Adası’nı yazmaya başladığında 30 yaşındaydı, bu onun bir romancı olarak ilk başarısı olacaktı. İlk onbeş bölüm 1881′de İskoçya yaylalarında bulunan Braemar’da yazıldı.

Özet: Babam, annem ve ben İngiltere’nin batı sahillerinde, küçük bir kasabada, küçük bir hanı işletiyorduk. Ben, on on iki yaşlarıdayken, bir gün hana iri yarı, kir pas içinde, suratında yara izi olan, denizci birisi geldi. Hanımızı beğendiği için kalacağını, fazla yemek ve yer seçici olmadığın belirtti ve üç altını çıkartıp masanın üzerine avans olarak koydu.

Bir gün bana, dikkatli olup, bir ayağı tahta olan bir denizciyi gördüğümde, kendisine haber verirsem, ayda dört peni kazana­cağımı söyledi. Ben de kabul ettim. O günden sonra gözümü dört açtım.

Akşamlan içiyor, maceralarım anlatıyor, milleti kendisini dinlemesi için zorluyordu. Müşteriler ondan çekindikleri için seslerini çıkaramryorlardı ama her geçen gün de handan çekiliyor­lardı. Babam, “eyvah, bu gidişle iflas edeceğiz” diyordu. Aradan aylar geçmiş olmasına rağmen handan gitmeye niyeti yok gibiydi. Bir müddet sonra ne bana, ne de babama para vermez oldu. Gün geçtikçe borcu birikiyordu. Babamla sık sık tartışıyorlardı. Bir tartışma sırasında, babam kalp krizi geçirdi. Gelen doktor, aynı zamanda bölge polisi imiş. Kaptanın eli bıçaklı halini görünce, ona kızdı ve bir suç işlerse hapse tıkacağını belirtti. Ne hazin ki, birkaç gün sonra babam öldü.

Babam ölmeden birkaç gün Önce, bîr denizci gelip, “Bili bu­rada mı?” diye sordu. Tarifinden kaptanı aradığını anlamıştım. Bir müddet sonra, kaptan uzaktan görünce saklandı. Kaptan içeri girip oturduktan sonra, birden bire ortaya çıkıp, afallayan kapta­nın yanına gidip oturdu. Biraz sonra karşılıklı olarak bıçaklarını çektiler ve kapıştılar. Sonra, bizim kaptan diğerini önüne katıp kovaladı, ama biraz sonra da bayılıp yere düştü. Meğer, sara nö­beti geçiriyormuş. Babamı kontrole gelen doktor onu da muayene etti ve böyle içmeye devam ederse çok yakında öleceğini söyledi.

Bu arada da babam öldü. Birkaç gün sonra, kör bir adam gelip, kaptanla görüştü. Git­tikten sonra, kaptan “bana altı saat süre tanıyorlar” dedi, ama birkaç dakika sonra da sarsıla sarsıla Öldü. Bu kısa süre içinde gördüğüm ikinci ölümdü.

Annemle, ölünün başında bir müddet bekledikten sonra, yardım almak için köye gittik. Kaptan Flint ismini duyan, hiç kimse yanımıza yaklaşamıyordu. Mecburen, yine yalnız başımıza hana geldik. Kaptanın odasına çıkarak, sandığını açtık, gelenler olduğu için acele ile, bazı kağıtları ve paralan alıp handan çıktık. İlerde bir yere saklandık ve biraz sonra yedi sekiz kişinin ellerinde meşalelerle hanın kapısında olduklarını gördük. Sonra içeri girdi­ler. Bir müddet sonra aralarında tartışmaya, sonra da duydukları at sesleri nedeniyle kaçmaya başladılar. Sadece kör kaptan ortada kalmıştı. Hızla gelen atlılardan birisinin çarpmasıyla o da öldü. Koşa koşa annemin yanına gittim. Kadıncağız, korkusundan sin­miş kalmıştı. Beni görünce, sarılıp ağladı.
Gümrükçüler, kaçanları kovaladılar. Ancak, çoktan gemile­rine atlayıp kaçmışlardı. Hana girdiğimizde, bu kadar kısa süre­de, nasıl böyle altını üstüne getirebildikleri hayret verici bir olay­dı. Gümrükçülerin başı Jack bunun sebebini öğrenmek istedikle­rinde koynumdaki muşambayı gösterdim. Hep birlikte doktorun yanına gittik. Doktor ve Jack bana iltifat ettiler ve kahraman bir çocuk olduğumu söylediler.

Anlaşılan oydu ki, Kaptan Flint denen adam çok tehlikeli bir korsandı ve bir yerlere gizlemiş olduğu hazinesi vardı. O, para peşinde değil, hazinenin yerini gösteren haritanın peşinde idi. Ve bu harita, koynumdan çıkardığım muşambadaki kağıtların ara­sında idi.

Şimdi hedef hazineyi bulmaktı. Ayarlanan bir gemi ile yola çıkacaktık. Hazine falan umurumda değildi. Böyle bir yolculuk yapacağım için çok heyecanlı ve sevinçliydim.

Nihayet, Brİstol limanından, denize açıldık. Yolculuğumuz genellikle sakin geçiyordu. Adaya varmamıza bir iki gün yolu­muz kalmıştı. Akşam vakti elma almak için girdiğim fıçının içinde iken, ayru zamanda aşçılık da yapan tek bacaklı gemici Silver geldi ve fıçının üstüne oturdu. Tam sevinçle kendisine seslenecek­tim ki başka bir gemici ile konuşmalarını duyunca vaz geçtim. Anladığım kadarıyla, bunların hepsi korsandı. Silver de bizim kaptanın korkuyla kaçtığı tek bacaklı meşhur korsandan başkası değildi. O andan sonra, gemideki birçok namuslu insanın hayatı bana bağlıydı. Fıçıdan çıkınca, hemen kaptan, kont ve doktorla bir araya geldim ve tüm duyduklarımı anlattım.

Adaya varınca, ben de karaya çıkanlar arasmdaydım. Ko­nuşmamıza göre Kont, doktor ve kaptan gemide kalmışlardı. Bir ara Silver ile arkadaşı Tom’un konuşmalarını duydum. Hemen saklanıp, dinledim. Tom, Silver’e karşı çıkıyordu. Bunun üzerine Silver, Tom’u bıçağıyla öldürdü. Çok korkmuştum. Hemen gö­rünmeden kaçmaya başladım. Epeyce koştuktan sonra, burada yamyam gibi bir adamla karşılaştım. Yanımda tabancam olduğu için, karşısına dikildim. Sonra, adamda benim zararsız olduğumu anlayınca konuşmaya başladık. İsmi Benjamin Gunn olan gemici, üç yıl önce burada tek başına yaşamaya mahkum edilmişti. Ona karşı bîr yakınlık duyuyordum.

Birden bir patlama sesi duyduk. Anlaşılan savaş başlamıştı. Hemen, Gunn’Ia beraber, limana doğru koştuk. Yolda, Gunn’la birbirimizi kaybettik. Koşa koşa limana yaklaştığımda, doktor ve kaptanın diğer gemicilerle bir arada olduklarını gördüm. Gemiyi terk etmişlerdi. Onlara gördüğüm her şeyi anlattım. Onlarda, gemiyi ele geçirecek iken, ben olmadığım için bu plandan vazge­çip, karaya çıkmışlar. Tom’un Ölüm çığlığını benim zannederek, geri dönmüş ve gemide lazım olacak ne varsa bir kayığa yükleyip, yeniden adaya çıkmışlar. Tabii, gemidekiler bunları görünce, top ateşine tutmuşlar ancak, isabet ettirememişler. Karaya çıkınca, bu sefer de karadakilerle silahlı çatışmaya girmişler. Neticede, bu kütükten eve sığınmışlardı.

Bir müddet sonra, Silver ve adamları yakınımıza kadar gelip, anlaşmak İstediklerini söylediler. Kaptan onlara, “Şayet teslim olursanız, hayatınızı bağışlar, sizi en yakın cezaevine bırakırım. Yoksa teker teker Öleceksiniz” dedi. Kızgınlıkla gerisin geriye gittiler. Sonra, kaptan hepimizi mevzilere yerleştirdi ve nasıl savaşacağımızı anlattı.

Nitekim, çok geçmeden dört bir yandan ateş etmeye başladı­lar. Hızla, bulunduğumuz yere doğru ilerliyorlardı. Artık kavga, kılıç ve tabanca ile oluyordu. Sonuçta, bizden üç, onlardan altı kişi ölmüştü.
Kaptanın yarası pek ağır değildi. Doktor, onun yarasını sar­dıktan sonra, dışarı çıktı. Anladığım kadarıyla, Benjamin Gunn’u bulmaya gitmişti. Ben de, yanıma iki tabanca, mermi ve peksimet alarak, kafamdaki planı gerçekleştirmek için kimseye söylemeden dışarı çıktım. Söyleseydim, bırakmazlardı. Niyetim kıyıya kadar gitmek ve bağlı olan geminin halatlarını kesmekti. Kayığa bindim ve sessizce gemiye yaklaşıp, halatı kestim.

Gemidekiler farkına varmamışlardı. Aniden, aklıma gemiye çıkıp ve onların sarhoş-hıklarından faydalanarak gemiyi ele geçirmek geldi. Bir yolunu bulup gemiye çıktığımda, ortalıklarda kimseyi göremedim. Sonra, kilere doğru ilerlerken yerde yaralı yatan Hands’ı gördüm. Belli ki, diğer korsanlar tarafından yaralanmıştı. Onunla konuşup, anlaştım. Hands’m yaralarını sardım ve onun yönlendirmesiyle gemiyi Define Adası’na doğru yönlendirerek gitmesini sağladım. Yalnız, Hands’un yüzündeki ifadeyi hiç beğenmiyordum. Nite-kim bir müddet sonra, gemimiz karaya oturduğunda, sinsice arkamdan saldırdı. Hatta beni bıçakladı da. Ben de iki tabancamı birden ateşleyerek onu öldürdüm.

Yaramdan dolayı acılar içerisinde kıvranmama rağmen, ge­mide tehlike kalmadığı için rahattım. Kayalara çarptığı için yan yatmış bulunan gemiden çıktım ve yürüyerek kıyıya vardım. Amacım, kaîedekilerîn yanma varmaktı. Bizimkilere sürpriz yapmak için sessizce içeri girmiştim ki kendimi birden bire kor­sanların ortasında buldum. Korsanlar, kütükten evi ele geçirmiş­lerdi. Silver, alaycı bir şekilde “Demek döndün ha, Jack” diyordu. Bir şey vardı ki, benim diğerlerinden ayrılmış olduğumu zanne­diyorlardı. Sevindirici başka bir şey daha vardı ki, doktor, kaptan ve diğerleri ölmemiş, korsanların dediğine göre, onlarla anlaşarak her şeyi bırakıp, ayrılmışlardı.

Ben de, bütün gelişmeleri, geminin durumunu ve ölen adam­ları anlatarak, onlara meydan okur bir şekilde, dediklerimi yapmalarını söyledim. Bazı korsanlar üzerime saldıracaklardı ki Sİlver bırakmadı.
Sonra olaylar şöyle gelişti: Hep birlikte defineyi kazmak için gittik. Kazdığımız yerde, define falan yoktu. Birisi, daha Önce, bulmuş ve götürmüştü. Silver bana bir tabanca verdi ve hazır olmamı söyledi. Nitekim biraz sonra, ağaçların arasından korsan­ların üzerine kurşun yağmaya başladı. ,
Biraz sonra, korsanların üçü Öldürülmüş, ikisi ise kaçmıştı.

Meğer, Silver ve doktor anlaşarak planları yapmışlar. Benjamin Gunn’da bu plandaki rolünü çok güzel oynamış. Hazi­neyi oradan çıkarıp, kaldığı yere götüren de Benjamin’den başkası değilmiş.
Ertesi sabah erkenden toplanma hazırlıklarına başladık. Her millitenin parası ve altını mevcuttu. Tam üç gün, paralan çuvalla­ra yerleştirrhekle geçti. Kaçan korsanların adada bırakılması, yan-lanna yiyecek ve erzak verilmesi kararlaştırıldı. Sonra da demir alarak yola koyulduk. Birkaç gün sonra güzel bir körfeze girerek, demir attık. O günün, gecesi, Silveç yanına bir miktar para da alarak gemiden kaçtı. Bir bakıma iyi de oldu.

Bu limanda bir hafta kaldıktan sonra, rahat bir yolculuk ya­parak Bristol’a vardık. Paralan, ve altınları aramızda paşlaştık. Ben, annemin yanma gelerek, tekrar hanı işletmeye başladık. Tabii ki artık işleri hizmetçilerimiz görüyordu.

Kızılcık Dalları kitap özeti

Reşat Nuri Gültekin’in yazdığı ‘Kızılcık Dalları’ roman özeti

Nadide hanımın kocası öldükten sonra köşkü tek başına yönetmeye başlamıştı. Şekip Paşa sağken acayip bir sinir hastalığına tutulmuş, yedi sene yatakta yatmıştı. Bu hastalık paşanın ölümüne kadar sürmüştü. Şimdi altmışını geçmiş olmasına rağmen,sırım gibi vücudu vardı.

Tren yolculuklarını pek o kadar merak etmezdi. Ne de olsa ayakları karada demekti. Fakat deniz yolculuklarını hiç sevmez, denizde oldukları gece sabaha kadar uyumaz, ikide bir pencereden başörtüsünü sallayarak rüzgar çıkıp çıkmadığına bakardı.

Pendik istasyonunda, Bolu’dan gelecek ortanca kızını bekleyen nadide hanım, merak içinde idi. İstasyon memuru merak edilecek bir şey olmadığını söylemişti. Fakat ne malum! Demek ki korkulacak bir şey de olsa böyle diyecekti. Memur, biraz evvel bir telgraf şeridi okumuş, sonra dışarı çıkarak Lala Tahir Ağa ile konuşmuştu.

Nadide hanım, trenin gecikmesiyle çok korkmuştu. Nihayet, güneş batarken istasyon memuru: “Tren geliyor” müjdesini verdi. Nadide hanım, o vakit birdenbire kendini bıraktı, korkusunu saklamaya artık gerek kalmadığı için;
-Aman çocuklar, size söylemedim amma, bittim.
Şeytan neler getirdi aklıma.. dedi.

Posta, bugün adeta boş gibiydi. Pendik’e Nadide Hanımın yolcuları dışında orta yaşlı bir köylü ile iki çocuk indi.

Köylü, uzun boylu, siyah, seyrek sakallı, bir adamdı. Sırtında pelerin şeklinde omuzlarına atılmış bir pembe yorgan, elinde bir bakraç, koltuğunun altında küçük bir yeşil çekmece vardı.

Çocukların büyüğü küçük kardeşini sırtına almıştı. Büyük, yedi yaşında, mavi başörtülü,sarı entarili, ablak bir kızdı. Birdenbire: “İsmail’in bardağı kaldı, İsmail’in bardağını bulun” diye bağırdı. Köylü: “Kız kes sesini …..Çakal gibi ne bağırırsın?….” diyorsa da kız sesini kesmiyordu.

Dışarıda sekiz on kişinin dikkati köylülerin üstünde toplandı. Tren kalktıktan sonra istasyonda bir komedi daha geçti. Çünkü, köylüler Göztepe’ye gitmek üzere Pendik’e gelmişlerdi.

Lala Tahir Ağa bir türlü çocukları köylülerin etrafından ayıramıyordu.köylü ile Gülsüm, onları çok eğlendirmişti ki, sofrada hep onların lakırdılarını ediyorlardı. Bütün bu güzel olaylara rağmen Nadide Hanım kendini üzmeyecek bir şey buluyordu. Yemek bittikten sonra, çocukları bahçeye, oynamaya bırakan Nadide Hanım beş on dakika sonra, çocukların koşarak büyük bir havadis getirdiklerini gördü.

Bu yorganlı ile Gülsüm ün sokakta yatıyor olmalarıydı. Köşk halkı, konuşmak için yorganlıyla Gülsüm ün yattıkları sokağa gittiler. Yorganlı ile Lala konuşuyorlardı. Kalender ve demokrat büyük hanım böyle fakir insanlarla konuşmayı çok severlerdi. Bu gece köşke komşu olmalarını istemişlerdi. Yorganlının kabulü üzerine köşke gidildi. Köylülere gece sofrasının artıklarıyla güzel bir ziyafet çekildi.
Yorganlı haline göre tek gözlü bir adam görünüyordu. Çerkez Dere köyünden geliyorlardı. Bir haftadan beri yoldalardı.

Yorganlı sokaktaki kampını kaldırmıştı. Gülsüm uyuyan İsmail’i yemek yedirmek için dürtüşlüyorken yorganlının: “uyku yemekten tatlıdır.” Sözünü dinledi ve dürtüşlemeyi sonlandırdı. Yorganlı, Gülsümün neden böyle yaptığını anlattı. Gülsüm, eline geçeni İsmail’in ağzına vere vere çocuğu yolda öldürecekmiş. Çocuk hala hastaymış. Biraz yer içerse yerine gelirmiş.

Gülsüm kardeşini çok seviyordu. Gülsüm, Nadide Hanım’ın en küçük torunu Bülent için ne bulunmaz bir dadı olabilirdi. Yorganlı bir haftadan beri yolda neler yaptığını ve iki ay evvel çocukların anasının da öldüğünü söyleyince Nadide Hanım karırını vermişti. Onların durumuna üzülüyor ve gülsümü evlatlık almak istediğini yorganlıya anlattı. Yorganlı ve gülsüm bu sözleri ilk başta ciddiye almıyor; ama sonrada ciddi olduğunu anlayınca sessiz kalmışlardı.

Yorganlı, çocuğun soyunu, sopunu methediyor babasının da, anasının da çok namuslu olduğunu söylüyordu.

Sözlerini şöyle bitirdi:
-Keşki yanına alsan da adam etsen Hanım Efendi..
Bu söz, Nadide Hanımı kamçılamış ve yorganlının da kızını verebileceğini göstermişti. İsmail’i ne yapacakları da kararlaştırılınca yorganlının aklı iyiden iyiye yatıyordu. Sonunda Gülsümün, Nadide Hanımın köşkünde, İsmail’in de Ederine yetimhanesine gönderilmesi kararlaştırıldı.

Yorganlı, gülsümün nüfus kağıdını büyük hanıma teslim ettikten sonra sabah gülsüme görünmeden, İsmail ile birlikte gittiler. Gülsüm, amcasının İsmail ile beraber kaçtığımı haber alınca köşkü yerle bir etti Nadide Hanımın sözlerini aldırmıyor. “İsmail” deyip “İsmail” işitiyordu. Kız İsmail’i hiç kimseye tercih etmiyor “Ben İsmail’i isterim” diye inliyordu. Nadide Hanım gülsüm ile bahsederken bazen “Emanetullah” diye bahsederdi. Köşke gelen Emanetullah artık bir haftalık kirlerini ve yırtılmış giysilerini çıkarma zamanı geldiğini Nadide Hanımdan duymuştu köşkteki ilk gün temizlik ve güzel giysi giyinmekle başlamıştı. Geçen zamanda, gülsümün görevi köşkteki dört çocukla oynamak, onlarla zaman geçirmekti onları peşine takarak tarlalarda koşuyor, evin etrafında kovalamaca, üzüm kütüklerinin arasında saklambaç oynuyordu.

Evdekilerin ondan tek şikayeti İsmail’in adını ağzından düşürmemesi önüne geleni ondan bahsetmesiydi. Büyük küçük demez kim olursa olsun İsmail’e benzetir bir yan bulurdu. Sonra, İsmail’e ait bitmez tükenmez vakalar, maceralar…

Evdekiler, bu İsmail lakırdısından bıkmış artık evde İsmail kelimesini duymak istemiyorlardı. Nadide Hanımın İsmail lakırdısına tahammülü kalmamış gülsümün yanında İsmail dediğini duyunca çok kızarak kıza bir daha onunla ilgili bir kelime bile söylemesini yasaklamıştı. Gülsüm artık kardeşinin adını anmaya korkar olmuştu zamanla İsmail adı büsbütün ortadan kalktı.

Tahir ağa ufak tefek ayak işlerine bakmakla beraber konakta asıl işi çocuk lalalığı idi. Bugüne kadar üç nesil yetiştirmişti. İhtiyarlığına tesadüf eden bu son nesil, lalanın rahmet okuduğu nesildi. Çocukların en ufak kötü hareketlerinde lala suçlanır, lala kötü duruma düşerdi gülsüm geldikten sonra bu durum değişti bazı kötü durumları gülsümün üstüne yükleyerek kendi suçunu azaltıyordu. Lala okulların açılmasını dört gözle beklerdi. Okullar açıldığında lalanın başı rahattı ama bir kötülük vardı. Dersler devam ettiği müddetçe okulun kapısında nöbet bekleyecekti. Aslında bu iş fazla zor değildi. Mektepte hergün beş altı öğün dayak olurdu. Sopa vurmadan çocukların kafasına ilim ve edep sokulamıyordu. Hoca, çocukları dövmekle yalnız onları terbiye etmiyor; lalaya ettikleri cefalarında intikamını alıyordu. Dayağı yiyenler konağın çocukları olmasa da lalanın gönlünü rahatlatmaya yetiyordu.

Nadide Hanım gülsümü mektebe göndermeye karar verdi. Daha mektebin ilk günüde gülsüm dayak yemeye başladı, ama hoca buna vurmaktan bıktı ve lalaya “bu çocuk okumayı bu kafayla sökemez” dedi. Nadide Hanım, hadi okumayı sökemiyor belki Arapça’yı daha kolay söker diye (amme) cüzü okutmaya başladı.

Cüzü de başaramayınca da boşta kaldı ve Gülsüm ün okumaya yüzü olmadığı anlaşıldı.
Gülsüm arada sırada lala ya İsmail den bahseder, lala Gülsüm ü dinlerken uyuya kalırdı. Lala ile Gülsüm ün arası iyiydi.

Nadide Hanım, Gülsüm ün bir hiçbir zaman İsmail ile ilgili konuşmasını istemediğinden Karamusallı sütninenin fikrini cazip buldu. Ve orta oyununda kardeşinin öldüğü yalanını duydu. Fazla zaman geçmeden İsmail’i unuttu.

Saniye, Nadide Hanım’dan gizlice sigara içiyor, Nadide Hanım’ın ara sıra içtiği sigaralardan Gülsüm yardımıyla çalıyordu. Bununla birlikte Gülsüm ün çalmaya yönelmesi ve çaldıklarının bazılarını stok etmesi özelliklerini kazanmıştı.gülsüm kendi ihtiyaçlarını parayla değil, çalmayla karşılamaya başlamıştı. Çaldıklarının anlaşılması üzere Nadide Hanımın damadı binbaşı Feridun, Gülsümü çok köyü tartakladı.

Feridun bey, aile içinde tatlı, mahcup, sessiz bir adamdı. Ama askerliğe geldiğinde birden değişiyor ve katı kurallar koyarak istediğini yaptırıyordu.

Gülsüm yediği dayağın üstüne artık kendinin olmayan hiçbir eşyaya elini sürmüyordu.
Nadide Hanımın en küçük torunu, Bülent çok hastalanmıştı. Hasta olmadan önce Gülsüm Bülent’e fazla ilgi göstermiyor, onunla oynamıyordu. Hastalığı zamanında her gece nöbet tutar, ağlamaya başladığı zaman kucağına alır uyuturdu. Hastalığı geçince, Gülsüm Bülent’i sevmeye başladı ve kardeş gibi benimsediği Bülent’e iyi bakmaya başladı.

Köşke yeni gelen Azize ismindeki hizmetçinin çaldığı yüzük, Gülsümün üzerine atılmış bir yalandı. Karakoldan getirilen polis memuru bu işi araştırıyordu sonunda Azizenin çaldığı anlaşıldı.
Bir yaz konaktakiler Pendik’teki yazlığa gittiler. Konak denize çok yakındı. Nadide Hanım pencereden her dışarıya baktığında bir adamla bir kadın görür, kadın hasta olduğundan arabanın içinde oturur kocası karısının yatalak olmasından yaralanarak yoldan geçen kadınlarla ilgilenirdi. Nadide Hanım her görüşte bu adama beddua ederdi. Bir gün bu adam konağa geldi. Herkes korkmuştu. Ama korkuları boşa çıktı çünkü yakın akrabaları Murat idi. Murat Pendik’in sayılı zenginleri arasındaydı.

Tatil bittiğinde Gülsüm konağa dönmemişti. Murat’ın evinde, karısına yardım etmek için orda kalmıştı. Diğer günlerde Murat ve ailesi teyzesinin konağına gitti. Nadide Hanımın Murat’ın karısı öldükten sonra saniye ile evlendirecekti. Gece herkes yatakta iken Gülsüm, Murat’ın karısının vasiyetini vermek üzere Nadide Hanımın odasına gitti. Vasiyette;

Sizin küçük hanımı Murat Bey’e verirlerse Nadide Hanım şöyle söyler;
“Hasta sana beddua etti…. Evlatlarının hayrını görmesin, onlarda benim gibi gözünün önünde ölsünler.”
Bu vasiyeti okuyan Nadide Hanım bayıldı. Gülsümü odadan kovmalarıyla, Gülsüm odasından eşyalarını topladı ve köşkten ayrıldı.

Uzun zaman sonra Nadide Hanım hala hayattaydı ama Saniye, Dürdane ve Şakir Bey ölmüşlerdi. Diğer Ankara’ya taşınmışlardı. Ankara’da tiyatroya gittiklerinde gecenin kahramanı Mücella Suzan’dı. O sahneye çıktığında Naciye onun gülsüm olduğunu anladı. Bizim dişlek, okuma – yazma bilmeyen Emanetullah oradaydı ve kanto yapıyordu. O artık bir sanatçıydı.

ANA FİKİR: Evlatlık aldığımız çocukları, kendi çocuğumuzla aynı seviyede tutmalıyız. Onları kendi çocuğumuza duyduğumuz duygularla sevmeliyiz. İnsanları kötü işler yapmaya zorlamalıyız.

OLAYIN KİŞİLERİ VE TAHLİLLERİ

NADİDE HANIM (Büyük Hanım) : Altmışından sonra bile sırım gibi bir vücuda sahip olan Nadide Hanım, kızdığı zaman yapabileceğinin en kötüsünü yapar, iyi zamanında istenilen ve sevdiği işleri yapmaktan hoşlanırdı, vefakarlığı çok sever, kibar insanlarla konuşmaya bayılırdı. Çocuklarla iyi geçinmeye çalışır ama hizmetçilerle fazla geçinemezdi. İki üç ayda bir hizmetçi değiştirmek zorunda kalırdı.

GÜLSÜM (Emanetullah) : Ön iki dişi dışarı çıkmış, pis gezmeyi sever gibi pis gezen, istenilen şeyleri yapmayı seven, sabırlı ve bebeklerle oynamayı onlara bakmayı seven, kafası derslere çalışmayan, köylü cahil bir kızdır. Köşk halkının fazla sevgisini kazanmamıştır.

FERİDUN BEY: Aile içinde tatlı, mahcup, sessiz bir adamdı. Askerliğe geldiğinde çok katı kurallar koyan ve istediğini yaptıran bir adam. Köşk halkı tarafından sevilen bir adamdı. Orduda Binbaşı olarak çalışmaktadır.

KARAMUSALLI SÜTNİNE: Kurnaz fikirleriyle Nadide Hanım’ın zihnini çeldi.Bülent’e dadılık yaptı. Nadide Hanım tarafından pek sevilmese de Gülsüm’ün sevgisini kazandı.

LALA TAHİR AĞA: Yaşlanmasına rağmen 3 nesil yetiştiren Tahir Ağa köşk halkı tarafından seviliyor ve çocuklarla ilişkisi iyiydi.

SANİYE HANIM: Uzun boylu, lepiska saçlı, ebrulu yanaklı, şarkı söylerken çıkardığı sesin kesinlik ve şiddetinde nasıl olup da yırtılmadığına hayret edilecek kadar mini mini bir ağız, çekme bir buruna sahipti. Gülsüm ün en sevdiği bayandı.

OLAYIN GEÇTİĞİ MEKAN: Olay genellikle köşkte geçmektedir. Ama bazı olaylar Pendik’te, sonlara doğru Ankara’da geçmektedir. Başlarında tren istasyonunda kızını beklemesi, bazen çocukların sinemaya gitmeleri mekana etki etmektedir.